Şükrü Hanioğlu \”Laikleşemeyen Laiklik\” diye ülkemizin belki de en önemli konusunu irdelemiş. Bu konuya çok derin, çok sığ, zaten değişmez gibi yaftalar yapıştırmadan gelin biraz daha fikirleşelim.
Laiklik esas itibariyle dinin devlet ile ayrımı ve devletin tüm dinlere eşit mesafede olması demektir. Batı Avrupa’da 600 yıl önce başlayan, kısmen çok kanlı savaşlar sonunda insanlar bu gerekliliğe zaman içinde huzur içinde yaşayabilmek için varabilmişlerdir.
Bizde ise bu “reform” da tepeden inme bir şekilde oluşmuştur. Doğal olarak hatalar yapılmış. Bir tek adım değil bu, daha ziyade kültürel evrimleyi gösteren bir süreç. Konuya iki apayrı cepheden yaklaşalım.
İdeali – ki bu mümkün değildir, çocuklara 14 yaşlarına gelene kadar okullarda tüm dinler ve inanç sistemleri hakkında “objektif” bilgi verilmesi, ki buluğ çağından sonra kendi inanç sistemlerini serbestçe seçsinler. Bunu tam olarak uygulayabilen bir ülke henüz yok. Ama bunun doğru bir istikamet olduğunda en azından fikren anlaşabiliyor muyuz? Yani genel süreç \”neye alışırsa onunla devam\” olagelmiştir.
Aile toplumun temel taşı ve sadece Türkiye’de değil tüm insanlık aleminde aileler kendi çocuklarını doğumdan itibaren yönlendirmeye devam edecekler. Devlet dayatmacı bir şekilde herhangi bir ideali her ne kadar “bilimsel” ve etkili olduğuna o anki verilere göre “inansa” bile, uygulamakta zorlanır, zorlamalarla mutluluk ters orantılı.
O zaman gelin bazı konuları sonuna kadar düşünelim. Bu devirde tekrar Fransız ihtilalinde ve Amerikan anayasası öncesindeki yüzyıllarda olmadığı kadar, kan dökmeden sistemleri konuşabilecek iletişim olanaklarına sahibiz.
Zaten tolerans da hoşgörü değildir. Güçlü\’nün güçsüze sevecen yaklaşımı değildir. Teknik terimden yola çıkarsak basınç altındaki bir kazan patlamamadan istim salma ve kazanı kurtarmak için gerekli hayati bir müessesedir.
Mesele artık çok şükür başörtü giymek isteyenin giyip giyememesini aşmıştır. Hür düşüncenin, hür bir şekilde istediği zaman yemek yemenin, su içmenin veya sükûnet gereksiniminin karşılanması ihtiyacına izin verilip verilmemesi konusuna dayanmıştır.
İslamiyetin ana felsefesi ile ilgisi de kalmamıştır. Malum ruhban sınıfı olmayan bir dinden bahsediyoruz. Bugün öyle mi? Bir hristiyan veya musevi olsanız veya hür düşünen bir insan olsanız ramazanda şehirde bir bankta serbestçe fındık yiyebilecek misiniz? Şort giyebilecek misiniz? El ele tutuşabilecek misiniz? Her evde, her çep telefonunda elektronik saatler ve alarmlar var iken hoparlörden ve banttan gelen ezanın desibel ölçümü bile Karadeniz’de geçen yıllarda olduğu gibi kabul edilmeyen bir ülkedeyiz, bırakın hür düşünür veya gayri müslim veya ateist olmayı, ezan sesini gece nöbeti tutan ve gündüz uyumak zorunda olan bir hemşire veya hekim veya hatta bir hasta olarak dinlemek zorunda mısınız? Ezanın Türkçe okunması 1950 yılında haziran ayında yasaklanmadı, sadece hangi lisanda okunacağı serbest bırakıldı. Bugün diyanet sayesinde ezanı cemaati arzu ettiği için, Türkçe okuyan bir müezzin var mı? Olabilir mi?
Başörtüsü başımızın üstüne ama benzinden, mazottan alınan vergi ile bir gayrimüslim iseniz, sizce camilerin yapılması, sünni müslüman dininin temsilcilerinin maaşlarının ödenmesi ne derece hakkaniyete sığar?
Din ile devletin ayrılması ve seküler bir yaşam ortamını yeni anayasa garanti altına alsa, dinlere karışmasa daha iyi olmaz mı? Korkarım burada da konu bireyin kendi vergisinin nasıl kullanılacağı hakkında söz sahibi olmasından geçiyor. Ve bu da diyanet başbakanlığa yani devlete bağlı olduğu sürece kolay olmayacak.
Din ve devletin ayrılması ise esasen yeni anayasa ile saygı, sevgi ve hakkaniyet çerçevesinde çok da zor olmayan bir eylem.
Dipnot: Bu yazıyı müslüman mahallesinde salyangoz satmak veya ezan ve bayrak vs diyenlere basit iki soru : Londra\’da müslüman bir başkan seçildi. Bu bizde de bir zaman olabilecek mi? İkinci soru her birimizin ailesinde bir yabancı gelin, damat var onların çocukları giderek belirleyici bir demografiyi oluşturacaklar. O zaman Türkiye sizce nasıl bir yer olmalı?