Temel Fizyoloji ve önyargılar
Gökyüzünde kara delikler veya “solucan delikler” var. Kimsenin göremediği. Astrofizikçiler düşünce gücü ile bu deliklerini içine ait matematik hesaplar yapabiliyor.
Toplumlarda da kara delikler veya kör noktalar var. Bazı çağlarda toplumlar bazı tabuları aşamıyorlar. Hatta bazı konular üzerine düşünemiyorlar.
Her insanın gözünde, bilinen ve basit deneylerle ortaya çıkarılabilen bir “fizyolojik” kör nokta vardır. O noktaya gelen görüntüler beyinde resmedilmiyor. Çevredeki hücrelerin resimleri genelde o noktayı örtüyor ve biz bu noktada görmediğimizi fark etmeden bir hayat boyu yaşayıp gidiyoruz.
İnsanlar arası ilişkilerde de kara delikler var. Yani her insanın etrafında göremediği yerler, hisler, konular. Bu noktaların büyüklüğü insandan insana değişiyor. Bazılarında büyük ve çok sayıda, bazılarında küçük ve tek tük. İnsan kendi kör noktalarının farkına başkalarının yardımı olmadan tek başına varamıyor.
Genellikle kişi görmediğini kabullenmekte de zorluk çekiyor. Kendi görmüyor ya! Hâlbuki herkes etrafındaki insanların kör noktalarını rahatça görebiliyor. İki kişi, bir üçüncünün göremediği üzerinde, rahatça anlaşabiliyorlar.
Kör noktası olan kişi, bazı tavırlarına olan tepkiyi hissedip nedenini anlamayabilir. Tepkilerden dolayı kendini geri çekip içine kapanabilir. Böylece bu noktalar daha da genişleyip, büyüyebilirler. Hele güç sahibi insanda kör noktayı kişiye açıklamak daha da zorlaşır. Bu yüzden çevredekiler kendilerini daha geriye çeker, kişi de kendi içine daha kapanırsa, noktalar giderek artar… Algılamadığı şeyleri insanlara açıklamak güçtür… Kişinin ancak çok yakın dostları veya ailesi görmediğini bu insanla paylaşabilirler. O da uygun zamanında ve uygun yerde… Ama bu görevi yerine getirmek ve kör noktalar üzerine bilinçli kafa yormak gerekir.
Bir insana ağzının koktuğunu söylemek kolay değildir. Ama söylemezseniz o kişi ağzı koktuğu için –ve kendisi fark etmediği- için toplumda itilir hale gelir.
Neandertal ve İnsancıllık
Neandertal bilindiği gibi Almanya’da bulunan bir ilçe. Ünlü olmasının sebebi orada bulunan ve ilkel çağ insanına ait iskeletler.
İnsanlar anlayış ve tepki olarak maymun ile idealleri arasında yani evrim boyunca geçirdikleri bütün evreler arasında değişebilen yaratıklar. Daha önce değinildiği gibi bu değişim bazen çağlar sürüyor, bazen saniyeler. Bu değişimi anlamak ve kabul etmek ve değişkenliğin getirdiği gerek özellikleri gerek tehlikeleri anlayabilmek her demokratik veya daha geniş anlamda insanlar arası sistemde çok önemlidir.
Neandertal’li ile modern, birey haklarına, özgürlüklerine saygılı, insancıl yaratık arasında gidip geliyoruz. Bazen tüm bunları en güzel ifade eden resim modern arabasında yalnız başına, bir yandan kendini kaybetmiş bir şekilde burnunu karıştıran, diğer yandan da müzik dinleyen şoförün verdiği resim oluveriyor.
Yalan
İnsanların çoğu nazik bir şekilde birbirlerinin yanıltırlar. Kişi hele bir de güçlü ise… Gerçeği anlaması güçleşir.
Kör noktası olunca -ki her insanın yukarda belirttiğimiz gibi zaten doğal olarak kör noktası var- nedenini bilmediği için ve insanların kendinden uzak durduğunu hissederek daha bir yırtıcılaşır veya yıkılır.
Kör noktası olduğunu hissettiğiniz kişiyi bilinçli olarak gözlemek, algıladıklarını çevrenize danıştıktan sonra ona yardımcı olmak insanlık görevidir. Yoksa “benim babam, senin babanı döver” veya “ben senden daha ileriye işerim” şeklinde değil.
Gerçek, heyecan vericidir. Doğruyu arama dürtüsü ise medeniyetin ana motorudur.
İnsanların yalana kaçıvermelerini anlamıyorum. Araba 120 km ile gitse, “180 gitti” deyivermek gibi. Çocuk yaşında dünyayı anlamaya çalışırken haydi böyle kaçamaklar olur ama erişkin yaşında böyle şeylerin olması insanı kaygılandırıyor.
Doğu’ya gittikçe bu artıyor. Türkler Acemlerin olayları abartmaları ile alay ederler. Mübalağa sanatı Türkiye’de de epey gelişmiş. Abartmanın üstüne bir de iddiacılık ve inatçılık binince al sana bir curcuna… İnsanlar kendi yalanlarına en çok kendileri inanıyorlar. Kendi yalanlarını kabul etseler sanki dünya yıkılacakmış gibi. Bir laf salatası oluşuveriyor. Çok basit meseleler bile çapraşık şekillere ve tavırlara bürünüyor.
Gerçek Tutkusu
Hâlbuki salt gerçek kadar zevkli ve haz veren bir şey daha yok bu dünyada… İnsanlık olarak yalanın, abartmanın sistemimizde azalmasına gayret etmemiz gerek.
Belki de kültürel olarak önümüzdeki nesiller için bilinçli olarak koymamız gereken en önemli hedef bu. Tabii hayal etme, aylaklık etme gibi zenginliklerden taviz vermeden doğruyu aramamız lazım. Yalan ile abartı ve hayal ve aylaklık apayrı şeyler. Biri engel ise öbürü gerçeği aramadaki en büyük gıdamız. Aylaklık ile tembelliği de birbirinden ayırmak gerekir. Fikren gebe birisinin doğumdan önce aylaklık yapması başka, küçük küçük hesapları ile boş verici tembellik başka şeyler. Aylak aylak dolanan eğer kafasında aradığını bulursa sonra çalışmasını da, yaratmasını da ortasızca, yani kana kana yapabilen insandır.
Gerçeği aramak en büyük mutluluk. Arı ve duru bir berraklık içinde ferah ferah, kana kana çalışabiliyor insan… Gerçekler hep orada duruyor. Gökteki güneş misali. İnsan bazen o güneşi görüyor, bazen görmüyor. Ama güneş hep orada.
Biz ise kâinatın merkezi bizim durduğumuz noktadır diye oturduğumuz yerden haddimizi hesabımızı bilmeden ebleh ebleh konuşuyoruz, “güneş doğdu”, “güneş battı” diye.
Lisanımızdaki bu hata bu sefer yalandan falan değil tembellikten kaynaklanıyor. Biz kim oluyoruz ki, güneş battı, güneş doğdu gibi vecizeleri bu çağda yumurtlayabilelim? Eskiden dünya düz zannederlerken bu deyiş doğru imiş, ama şimdi?
Din =Bilim = Doğruyu Aramak
Gelin size doğruyu arayan –benim kalbimde “Peygamber” mertebesinde olan- bir insandan bahsedeyim.
Giordano Bruno isimli bir rahip ve düşünür. Adamcağız gençliğinde çakı gibi bir öğrenci imiş. İyi lisan, matematik bilen bir papaz olmuş. O zamanlar batıda özellikle Hıristiyanlar dünyanın sabit olduğuna inana gelmişler.
Malum, Galileo amca bulmuş ki dünya kilisede anlatıldığı gibi kâinatın merkezinde sabit durmuyor, dönüyor. Düşünüp hesaplamış, uğraşmış ve sonunda, “Dünya dönüyor” deyivermiş.
“Vay sen misin dinin anlattığına ters düşen”. Adamı bir güzel mahkemeye çıkartmışlar. Şaka falan değil yakacaklar kiliseye saygıda kusur ediyor diye.
Eh, Galileo ne yapsın? “İddia ettiğim gibi falan değildir dünya” demiş. “Sizin doğru bildiğiniz gibi sabittir ve ben yanılıp şaşıp dönüyor” dedim. Bunun üzerine Galileo ölümden kurtulmuş. İnsanlar ve kurumlar yavaş yavaş, yıllar sonra dünyanın döndüğünü hem anlayıp hem kabul etmişler.
Galileo genellikle biliniyor. Az tanınan ve bugünkü uzay-bilim gerçeklerinin kökünü ilk anlayan insanlardan biri ise 1600 yılında ölen Bruno. Yani Gelileo ve yerçekimini bulan Newton’dan yıllar önce yaşamış bir adam.
Katolik rahip olarak tahsilini bitirdikten sonra da “aykırı” diye adı çıkmış Bruno’nun. O üniversiteden bu üniversiteye gitmiş. İtalya’dan Avusturya’ya, Almanya’ya. İngiltere’ye giderek araştırmış, düşünmüş.
Adının kötüye çıkması için neden de, adamın dünyanın kâinatın merkezi olmadığını savunması.
Kilise tabii, binlerce yıllık köklerinin verdiği görkem ile dünyanın kâinatın merkezi olduğunu müminlere anlatırmış. Tepede bir Allah, herkesin ne yaptığının farkında. Dünya evrenin merkezi. Her şey dünyanın çevresinde dönüyor. Tabii o zamanlar Vatika da dünyanın merkezi ve Papa da Vatikan’ın merkezi.
Bruno’ya savlarını, sonradan Galileo’ya teklif ettikleri gibi geri almasını önermişler. Bruno gerçeği bildiği gibi savunmakta ısrar etmiş. Seneler süren bir yargılama sonucunda savını inkâr etme tekliflerini tekrar tekrar reddedince, adamı mahkeme kararı ile kilise gerçeklerine karşı çıkıyor diye diri diri yakmışlar. Yıl 1600.
Sonra Kepler’in çalışması ile güneşin kâinatın merkezi olduğu savı kabul görmüş. Bugün artık hepimiz ne dünyanın ne de güneşin merkez olmadığını, dünyanın güneşin bir uydusu olduğunu ve güneşin de kâinatta olan milyarlarca yıldızlardan biri olduğunu biliyoruz.
Bruno gerçek aşkı ile kendi çıkarı olmadan, bir başka insana yardım gibi bir anlaşılabilir neden olmadan salt gerçeği savunmasındaki direnişini hayatı ile ödemiş. İnsanların gerçek tutkusunun ve bilim dünyasının bir temel taşı olmuş. Ve bu bilgilerin üzerine modern astrolojiyi geliştirmede katkıları olan Galileo’dan, Keplerden, Newton’dan yıllar önce. Newton, Bruno’nun ölümünden kırk küsur sene sonra doğmuş!
İnsanın gerçeği kabullenmesi kolay değil. Normal olarak insan kendi egosundan dışarıyı algılıyor. Kendisini kendi doğruları için merkez kabul etmesi bir yerde doğal. Her ne kadar birey nadiren “dışardan” kendisini ve verdiği resmi görebilse de genelde “içerden dışarıyı” seyreden ve kendisini göremeyen bir yaratık. Kişinin kendisi yok ise çevrede olanlardan zaten ona ne?
Deneyim ile insan kendi yetersizliklerini görmeye başlıyor. Çoğu insanın yaşam kavgasında birbiri ile boy ölçüşerek bir yerlere varmaya çalışması da doğal. Esas yarışın var-oluş ve tabiat ile insan arasında olduğu gerçeğini anlayabilmek ancak zaman içinde yoğun uğraş ile oluyor.
Diğer insanlar ile uğraşarak belirli düzeye gelen insanın yaptığı ilk genel hata: “Ben buraya geldim, bu güç benim elimde. Demek ki bende diğer insanlarda olmayan bir şey var”demek. Böyle düşününce ve alçakgönüllülük ve haddini bilme gibi yönlendiricileri tamamen unutarak kendi egosu doğrusunda gitmek oluveriyor.
Takım oyunu denen gerçeği anlamak, gerek kişilerde gerek toplumlarda zaman alıyor.
Toplumlar ve dinler arasındaki farklar ve hissiyatlar, önyargılar da gerçeklerin üstünü örtebiliyorlar.
Dünyanın dönmesi veya kâinatın merkezi olmaması gerçeğine biraz daha yakından bakınca insan şaşırıyor. 970 yılında doğan Biruni’nin dünyanın dönüp dönmediğini araştırdığını görüyor. Biruni’nin, 1030’da Hindistan üzerine yazdığı kitabında dünya dönerse tüm taş ve ağaçların dünyadan uçması gerektiği görüşü karşısında “tüm ağırlığı olan şeylerin dünyanın merkezine doğru çekildiğini” yazdığını görüyor! Newton’dan Galileo’dan epeyce sene önce. Hoş, Biruni ölümünden önce bu fikirlerinden vazgeçiyor. Hem Biruni mi, Bruno mu ne fark edecek?
Kopernicus ve sonra Bruno, Galileo, Kepler ve Newton’a kadar olan bir çizginin Nasireddin at Tusi ve İspanya’daki ibn Tufail üzerinden on ikinci yüzyıldan on yedinci yüzyıla kadar devam ettiğini ve İslam astronotların Halife Mensur zamanında yani sekinci yüzyılda Brahmagupta’nın Siddhanta isimli eserini tercüme ettiklerinin görüyoruz.
Önemli mi pekiyi, bugünkü dünya anlayışımızın ilk önce bir Mısır’lı ve Hintli, eski Helen, İslam veya Hıristiyan âleminden bir akıllı, meraklı ve çalışkan insan tarafından yazılmış veya düşünülmüş olması?
Hem önemli, hem değil. İnsan bugünkü Bosna-Hersek olaylarına, Karabağ olaylarına Bulgaristan ve Irak’taki Türk azınlıkların durumuna bakınca ve daha gelişmiş olan kendini Hıristiyan kültüründen olarak algılayan batı dünyasının tavırlarını ve çifte standartlarını görünce sanki önemsemeye meylediyor.
Veya dostum Wilbrandt’ın bir yazısından alıntı ile: “Hammer-Purgstall Osmanlı tarihi üzerine standart bir kitap sayılır. On ciltlik bir eserdir. O kitapta Museviler iki kez zikredilirler. İlki bir Musevi, bir seyidi dövdüğünde Musevi olduğundan asmışlar adamı.
İkincisi: İstanbul’da bir Musevi semtinde yangın çıkmış.”Tulumbacılar orada faaliyet geçmemiş. Oturup yangını seyretmişler.”
Güzel bir şey değil tabii. Olmuş olabilir. Ben orada yoktum. “Ama be adam koskocaman bir kitabı yazmışsın da niye 1492’de İspanyollar Yahudileri Musevi oldukları için yakarken Osmanlı İmparatorluğu’nun onları bağrına bastığını zikretmiyorsun? Hem de yüz binlercesini…”
Bu açıdan bakınca önemli. Bir diğer açıdan bakınca maalesef hiç tanışamadığım (ben doğduktan bir yıl sonra ölen, hayatının bir kısmı Avusturya, diğer bir bölümü de İngiltere’de geçen ve sadece yazılarından tanıdığım) bir başka dostun bir kitabının önsüzünde yazdığı gibi.
“Bu kitabı sadece daha önce burada belirtilen fikirleri –veya benzerlerini- kendi düşünmüş olan anlayacaktır.”
“Söylenebilir olan şeyler berrak bir şekilde söylenebilir; söylenemeyenler hakkında ise susmak gerekir.”
“Burada yazdıklarımın hiçbir yenilik iddiası yoktur: onun için kaynak vermiyorum çünkü benim düşündüklerimi benden önce birisinin düşünüp düşünmediği beni ilgilendirmiyor.”
Böyle bakınca da hiç önemi kalmıyor dünyanın döndüğünü ve dünyanın kâinatın merkezi olmadığını ilk kimin ne zaman anladığının. Doğru olduğuna inandığı şeyi savunarak yakılan bir adamın hikâyesi, ilk kim olursa olsun, doğru ile yanlış arasındaki fark ve saygıdeğer bir insanın hikâyesi olarak kalıyor.
Yakın gelecekte insanların doğruyu hissedebilme dürtüsünün kuvvetli olacağını ve tüm bu doğruyu arayanlardan faydalanarak artık önümüzdeki yüzyılda bazı doğruların uygulanmasında birleşeceklerini umuyoruz. Bilmediklerinde ise insanların durmayı bileceklerini ve iddiacılık, zor kullanma gibi unsurlardan kaçacaklarını ummaktan başka bir şey kalmıyor pozitivist düşünen insana.
Belki bilgi ancak sezgi ile elde edilir ve sezginin kaynağı da insanın gönlü veya sevgi ile önyargısız bakan ruhudur. Ama herhalde bilginin sakin, basit ve zevk verici bir şekilde hesap edilmesi, uygulanabilmesi ve anlatılabilmesi, yani paylaşılabilmesi esas olmalıdır.