Yarış : On-Onüç Zühre veya Opera Sapkınlık mı?

Bir yarış hikayesi anlatacağım: 1956 veya 1957 yılı. Genç bir gazeteci, aylık maaşı 240 TL o zamanın parası ile. Babası otoriter bir Albay, maaşı 900 TL. Aile Ankara’da oturuyor.

Gazetecilik, spor yazarlığı falan derken kahramanımız at yarışlarına merak salmış. Gazetenin müdürü hep alay edermiş arada at yarışlarında oynadığı için. Bir yarış için de tüyo almış günün birinde. Cebinde 17 TL si var. İki lirasını yol harçlığı olarak kenara koymuş ve  mamalı (yani dopingli) olduğunu duyduğu ata yatırmış  15 Tl yi. İki beş TL lik ikili; beş tane de bir liralık biletler. Artık atların yarıştan önceki görünümleri ve tavırları ile birkaç dakika sonra başlayacak yarıştaki başarılarını nasıl öngördü ise tüm para bilet haline gelivermiş.   Gönlündekileri ve \”mamalı\”olduğunu duyduğunu  eşleştirmiş. On – Onüç ikiliye de beş TL lik bilet almış; Zühre ve Yıldırım24. İsimlerden anlaşılacağı üzere koşanlar Arap tayları. Gene isimden anlaşılacağı üzere başa koyduğu bir kısrak, Yıldırım24 ise  bir erkek.

Yarış anı gelmiş, hızlı bir yarış. Finiş çizgisine doğru düzlükte bir at devrilmiş, birkaç at arasında karambol ve dört at finişe doğru gidiyorlar. Zühre öne geçmiş. İkinci olan at için fotofiniş! O zaman resimler tab edilecek ve neticenin açıklanması dakikalar sürüyor. Bu gün olduğu gibi filimi tekrar oynat ve ispat eden kareyi ekrana yansıt olayı değil.   Zühre birinci de; ikinci hangisi? Beklerken ödeme yapan gişelerin önünde sadece birkaç insan. Kahramanımız, yani birinciyi tutturmuş olan genç gazeteci, ödeme gişesine yönelmiş ümit ile.

Epeyce para ödeneceği kesin de, ne kadar hiç kimse bilemiyor. Heyecan patlama noktasında!   Elindeki bileti gören bir başka izleyici neticeler açıklanmadan yanaşıp : “Sana elindeki bilete beşyüz lira vereyim” demiş. Bizimki hayır anlamında başını sallamış. Adam gişelerin arasında kısa bir tur atmış ve gene gelmiş: “Sana bin lira vereyim!” Genç gazeteci bir aylık maaşının dört katı  para teklif gelince daha da heyecanlanmış. Kısaca düşünüp tekrar “Hayır” demiş. Birkaç dakika daha adrenalin salgılanan anlar ve netice açıklanmış! Bir liralık bilete 526 TL.

Genç gazeteci elleri titreyerek ikibinaltıyüzotuz lirayı, yani iki buçuk liralıklardan oluşan tam altı tomarı gişeden almış ve ceplerine yerleştirmiş. Doğru gazeteye, müdürü, gene alaycı: “Nasıldı at yarışları?” diye sorunca bizimki önce bir tomarı çıkarıp masaya koymuş. Müdür şaşırmış, sonra bir tomar daha ve bir tomar daha. Bana olayı yaklaşık altmış yıl sonra anlatırken bile o anki keyfi var yüzünde.

Evdeki radyo eski ve cızırtılı imiş, o zaman televizyon yok . Annesine bir yepyeni radyo, misafir odasındaki eskimiş halının yerine de bir halı almış.

“ At yarışları spor değil kumardır” diyen, yarışların tadına anlaşılan varamayan, ama şarkı olsun, Opera olsun seven, bir de kardeşi var kahramanımızın. İşin para kısmı tabii hep önemli de, Opera denilen olayda da para yok mu?

İnsanlarla yarışmaktan, hele hele sidik yarışından oldum olası hoşlanmam. Zaman ile zaten hepimiz uğraşıyoruz veya haddimiz dışında olsa bile bir anlamda zaman ile yarışıyoruz. Kimin ne yaptığı genelde zaten öldükten sonra anlaşılmıyor mu? Ne yaparsan yap, yanlış anlaşılman mümkün. En iyisi hiçbir şey yapmamak mı? Bence hayır ve hata yapmaktan korkmamak. Hangi niyetle ne yapıldığını insanlar bazen anlıyorlar uzun vadede. Mesele tek kişinin yargısına göre asıp kesmemek, esip gürlememek ve tabii küsmemek. Kişilere yapılan hata yanısıra, türümüzde daha da yaygın olan bir de konuyu veya olayı değerlendirme hataları var.

Artık yarış yerlerinde çok fazla seyirci yok. TV icad edildi, mertlik bozuldu da denilebilir.   Ama at yarışlarını yerinde görmek her zaman beni büyülemiştir. Dünyanın neresinde olursam olayım gidip seyrederim. Degas’ın tablolarını da o yüzden severim. Apayrı tipler, adrenalin dolu bir atmosfer. Çok da güzel hayvanlar. İnanılmaz çalışmalar sonucu sunulan bir yarış. Medeniyetimizde   binlerce yıllık bir dönem ulaşımın anahtarı olmuş bu hayvanlar. İskitlerin icadı olan üzengi insanlık tarihinde bir süre, tankın, topun icadı kadar önemli bir ayrıcalık yaratmış.

Düşünün, patates çuvalı gibi atın üstünde olup sadece kol kuvveti ile kılıç sallarken atın üstünde ayağa kalkıp bütün gövdenin gücü ile kılıç sallamak ve öne ve arkaya doğru mızrak atmak mümkün olmuş. Yani atın ehlîleştirilmesi bir çok büyük aşama. Üzengi apayrı bir aşama. Tren ve uçağın icadı ile mukayese etmek yanlış olmaz.

Atı hep severken, genç iken, operayı “zenginlerin sapkınlığı” olarak değerlendirirdim. Değerlendirmeler değişebiliyorlar. Bu akşam Sılay Erman isimli inanılmaz bir sesi olan, genç bir Opera sanatçısını, hikayenin şanslı kahramanı Öcal Uluç  ile dinlemeye gideceğim.

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *